25 Eylül 2015 Cuma

DIŞAVURUMCU (ekspresyonist) ALMAN SİNEMASI

Zamanının Çığlığı: Dışavurumcu Alman Sineması 
Akım ilk kez politik olarak çalkantılı ve istikrarsız olan Almanya’da ortaya çıkmıştır. Öncelikle resim sanatında başlayan ekspresyonizm yani dışavurumcu akım daha sonra diğer sanat dallarına da yayılmıştır. Dönemin Almanya’sını göz önünde bulundurduğumuzda siyasal olarak belli bir yere sürüklenen bir Almanya görülecektir.

Resim sanatında özellikle kullanılan teknikler ise abartılı şekiller, bozulmuş çizgiler sanatçının içinde bulunduğu durumu anlatır. Die Brücke (Köprü) grubu tarafından ortaya çıkarılan bu akım, daha sonrasında Blaue Reiter (Mavi Binici) grubu tarafından düzenlenmiş ve geliştirilmiş.  Akım heykel sanatını, mimari, tiyatroyu ve sinemayı etkilemiştir. Dışavurumcu akım Naturalizm ve Empresyonizm’e eleştiriler getirmiş. Almanya’daki çoğu sanat dalının etkilendiği bu akımı yeterince iyi çözümleyebilmek için 1910'dan sonraki süreci iyi ortaya koyabilmek gereklidir.

1914-1918 yılları arasında 1. Dünya Savaşı’nın önemli aktörlerinden olan Almanya savaş sonrasında bir bakıma toplumsal bir çözülme yaşar. Ekonomide yaşanan tahribat üst boyutlardadır. ABD’den alınan dış borçlarla dönemin hükümeti kısmi bir rahatlamayı hedefliyordu. 1929’da New York Borsası'nda başlayan çöküşe karşı Sovyetler’in 1932’deki birinci beş yıllık planda başarıya ulaşması hatta onun da üzerine çıkması Batı Burjuvazisi'ni endişelendirmekteydi. Buna karşı bir çözüm bulunması gerekiyordu. İşte tam da bu noktada Alman Burjuvazisi'nin destekleyerek ortaya çıkaracağı Hitler iktidarı yavaş yavaş yaklaşmaktaydı. O dönemde Hitler’in iktidar olacağını, "Kendisine bir çıkış yolu arayan burjuvazi" birinci beş yıllık kalkınma planında başarıya ulaşan ve bunun sonucunda kendilerine engel olabilmek için karşılarına bir düşman çıkarılacağını bilen Sovyet Sosyalistleri ve Almanya’da yaşayan sanatçılar çok iyi biliyordu. Alman Dışavurumcu (ekspresyonist) Akımının temelleri daha doğrusu onu ortaya çıkartan buydu. Edward Munch’a tablosunda "Çığlık (Scream)" attıran şey Hitler tehlikesidir. Bozuk şekiller, karmaşık çizgiler, toplumun bunalımını yansıtan göstergelerdir. Sanatçılar da bu bunalımı eserlerine yansıtmıştır. Keza sanatçının içinde bulunduğu toplumun koşullarına göre şekil aldığı düşünülürse bunun olması, doğanın kanunu gereğidir bir bakıma.

Resim sanatında gördüğümüz bu teknik özellikler sinemada da kendisini koruyacaktır. Alman ressam Herman Warm "Filmler canlı resim halini almalıdır" derken bunu kasteder belki de.   Filmlere geçmeden önce, öncelikle akımın temel özelliklerinden söz etmek gerek. Genel olarak bahsedebileceğimiz özellikler şunlardır:
• Oyuncularda aşırı şiddetli duygulara yer verir. Oyunculuklar abartılıdır.  
• Dekor ve ışık kullanımında bozuk şekiller kullanılmıştır.  
• Çoğunluğu stüdyoda çekilen filmlerdir.  
• Konuları kişilik bölünmeleri, ruhsal bozulmalar ve doğaüstü olaylardır.  
• Korku sinemasına bir bakıma öncül olmuştur.  
• Prototip kullanımı yaygındır.  
• Filmde oyunculara kullanılan makyaj abartılıdır.

Dışavurumcu Alman Sineması’nın genel özelliklerini belirttikten sonra akımın belli başlı filmlerini örneklemeli.

Praglı Öğrenci (Der Student von Prag; 1913)  
Edgar Allan Poe'nun 1839'da yayımlanan kısa öyküsünden Stellan Rye'ın uyarladığı film, tam olarak akımın içerisine sokulmamakla birlikte dışavurumcu birçok özelliği içinde barındırır. Kişilik bölünmesi teması kullanılması ve korkutucu sahnelere yer verilmesi bunu kanıtlar.

Der Golem (1914) Henrik Galeen ve Paul Wegener tarafından yazılıp yönetilen film hikayesini bir Yahudi efsanesinden alır. İnsan şekli verilmiş çamurdan yapılan Golem İbranice’de "düşük zekalı" kelimesinden türetilen bir sözcüktür. Yaratıcısına bağlıdır ve onu korumak temel inancıdır. Yine bu film de dışavurumcu özellikler taşır. Ayrıca bir seri filmi oluşturur.

Cüce (Homunculus, 1916) yönetmenliğini Otto Rippert’in yaptığı bir filmdir. Bir profesör tarafından laboratuarda yapılan  Homunculus kontrolden çıkar ve ortalığı karıştırmaya başlar. Daha sonra da bir diktatöre dönüşen bu yaratık aslında Alman toplumuna bir diktatörün geleceğini haber veren uyarı gibidir. Burjuvazi tarafından yaratılan ve daha sonra da bir diktatöre dönüşen Hitler’in bir alegorisidir Homunculus.

Dr. Caligari’nin Muayenehanesi (Das Cabinet Des Dr. Caligari; 1920) Robert Wiene tarafından çekilen Dışavurumcu Alman Sineması’nın en önemli en çok tartışılan filmidir. Anlattığı gizemli cinayet öyküsünün yanı sıra resimli panolardan oluşan dekorları, boyayla elde edilmiş gölgeleri, eğik bacalı, yamuk duvarlı evleriyle filmin yarattığı fantastik ve ürkütücü dünya bugün bile ilgiyle izlenmesini sağlar. Film, döneminde ve sonrasında pek çok övgüler aldığı gibi, aynı ölçüde eleştirilmiştir de. Öyleki "Kaligarizm" bir terim haline gelmiştir.
Dönemin Almanya’sı dikkate alındığında filmde anlatılmak istenenin sıradan insanların otorite tarafından nasıl kandırılıp "öteki" olarak gördükleri kişilere karşı oluşan düşmanlıklarıdır. Susan Sontag’ın "Büyüleyen Faşizm" adlı makalesinde de bahsettiği gibi itaatkar davranışı yaygınlaştırmaya çalışan faşist estetiğin ve otoritenin geleceğini gören bir filmdir Dr. Caligari’nin Muayenehanesi. Keza bozulmuş dekorlar, şekiller, ışık kullanımı bu korkuyu yansıtmaktadır.

Nosferatu: Bir Dehşet Senfonisi (Nosferatu, eine Symphonie des Grauens; 1922)  F. V. Murnau’nun yönetmenliğini yaptığı bir filmdir. Sadece dışavurumcu akım ile sınırlı kalmayıp aynı zamanda korku filmleri arasında da klasikler arasında giren bir filmdir. Korku sinemasında ilk vampir filmi sayılmaktadır. (Film, İrlandalı yazar Bram Stoker'ın Drakula romanının bir uyarlaması olduğu ve telif ödenmeksizin yapıldığı için yayından kaldırılmıştır. İzinli olarak ilk Drakula filmi 1931 yılında çekilmiştir. Nosferatu filminde Bram Stoker'ın filminden farklı olarak vampir kontun adı Orlok'dur. Bram Stoker'ın Drakula'sında ise vampir kontun adı Drakula'dır.) 

Dr. Mabuse (Dr. Mabuse, der Spieler - Ein Bild der Zeit; 1922), Fritz Lang'ın, Lüksemburglu yazar Norbert Jacques'ın 1921'de yayımlanmış "Dr. Mabuse, der Spieler " adlı romanından uyarladığı filmde, Doktor Mabuse, karşısındakinin zihnini kontrol edebilen bir psikanalisttir. Bu "yeteneği"ni kumarhanelerde servet kaldırmak, borsada değerli kağıtlar üzerinde piyasayı speküle etmek gibi gayrimeşru yollarda kullanmaktadır. Fakat her şey kusursuz bir şekilde ilerlemez ve esrarengiz olaylar Eyalet Başsavcısı Von Wenk'in şüphesini çeker. 
Bu filmde yine açıktan olmasa da metaforlarla otorite eleştirisini görmek mümkün.

Metropolis (1927), Fritz Lang'ın 1927’de çektiği Metropolis filmi de dışavurumcu akımın en önemli filmleri arasında gösteriliyor. Bilim kurgu türünün öncülleri arasında sayılan bu film Nazilerin dikkatini çeker. Bu yüzden de Naziler Fritz Lang’a Sinema Müdürlüğü’nün başkanlığını teklif ederler. Fakat yönetmen bunun üzerine Fransa’ya kaçarak bunu reddetmiş olur. 1932’de çektiği "Dr. Mabuse’nin Vasiyeti" ise adeta topluma Nazi olmadığını ispat etmek için çektiği bir filmdir. Yönetmenin Metropolis filmi bazı kesimler tarafından "kapitalizm ile uzlaşan işçi sınıfını anlatması" sebebiyle eleştirilmiş. 

M - Bir Şehir Katilini Arıyor (M; 1931), Fritz Lang'ın ‘M’ filmi ise kara film türünün önemli örnekleri arasında sayılmaktadır. 


Bir cümle ifade edecek olursak şunu diyebiliriz ki; yönetmenlerin yaklaşan Nazizm tehlikesi arifesinde çığlıklarının bir fotoğrafıdır dışavurumculuk. 

Dışavurumculuğun aşırı gerçek dışılığı kısa ömürlü oldu. Birkaç yıl içinde gelip geçti ancak temaları ve dekorun, ışığın ve gölgenin anlam yaratmak amacıyla abartılı kullanımı 1920 ve 1930'ların daha sonraki filmlerinde sıkça kullanıldı.

Bu karanlık ve karamsar akım, Almanya'da Nazilerin iktidara gelmesi ve birçok Alman sinemacının Hollywood'a göç etmesiyle Amerika'ya taşındı. Özellikle iki tür, dışavurumculuk akımından bariz biçimde etkilenmiştir: Korku sineması ve kara film (film noir).