30 Kasım 2016 Çarşamba

Mohizm




Mohizm, Mozi tarafından geliştirilen Antik Çin mantık, rasyonel düşünce ve bilim felsefesidir. 

Mozi, Çinli filozof. Mohizm'in kurucusu olup Konfüçyüsçülüğe ve Taoizm'e sıkıca karşı çıkmıştır.

Mohizm genel olarak sevgiye çağrı ve tüm anlaşmazlıkları barışçıl yoldan çözmeyi talep etmeyi öngörür. Mohizm Konfüçyüsçülük, Taoizm ve Legalizm ile yaklaşık aynı zamanda gelişti ve MÖ. 770-221 yılları arasında (İlkbahar ve Sonbahar Dönemi ile Savaşan Devletler Çağı) dört ana felsefi okulundan biri oldu.







































13 Kasım 2016 Pazar

Karanlık Kutu - Camera Obscura


Karanlık Kutu: 
Camera Obscura adı, Latince "camera: oda" ve "obscura: karanlık" sözcüklerinden oluşur. İngilizce'de "pinhole: iğne deliği" olarak da bilinir. Dört tarafı kapalı bir karanlık odanın, bir duvarının tam ortasına bir delik açıldığında, delikten içeri giren güneş ışığı deliğin karşısındaki duvara yansır. Deliğin önündeki nesnelerin görüntüsü duvar yüzeyinde, sağ-sol ve alt-üst ters olarak oluşur.



Nesnenin görüntüsünün bir gölge ya da bir izdüşüm olarak değil de, tıpkı gözün algıladığı gibi tüm detaylarıyla bir yüzey üzerine düşürülebilmesine olanak veren bu basit aygıta camera obscura adı verilmiştir. Camera obscura, dört tarafı da ışık sızdırmayacak bir biçimde kapatılmış bir kutu içerisinde, bir iğne deliğinden giren ışık yardımıyla görüntü oluşumunu sağlayan basit bir aygıttır. Camera obscura, karanlık oda ya da yaygın deyişle karanlık kutu olarak bilinmektedir. Karanlık kutu içerisinde, iğne deliğinin karşısına gelen yüzey üzerinde oluşan görüntünün yapısı, bir gölge ya da bir izdüşüm yoluyla oluşan görüntüden nitelik olarak farklıdır. İğne deliğinden giren ışık şiddetinin çok düşük olması nedeniyle, oluşan görüntü oldukça zayıf bir görünümdedir. Yani görüntü, yeterince net ve keskin değildir. Fakat bu zayıf görünümüne karşın, gölge ya da izdüşümden farklı olarak, görünür gerçekliğin neredeyse aslına çok yakın bir kopyasıdır. Tıpkı gözün algıladığı gibi nesnenin tüm detay, ton ve renk özelliklerini içerir. Karanlık kutu içerisinde görüntü, alt-üst ve sağ-sol ters olarak oluşur. Görüntünün netlik ve keskinliği, kullanılan karanlık kutunun büyüklüğüne, delik çapına, deliğin açıldığı yüzeyin kalınlığına ve nesnenin aydınlanma şiddetine bağlıdır. Karanlık kutu içerisinde oluşan görüntü, nesneden yansıyan ışık yoluyla meydana geldiği için, nesneden yansıyan ışık ne kadar kuvvetli olursa oluşan görüntü de o kadar belirgin olur. Bu nedenle, karanlık kutu içerisinde güneş ya da mum gibi herhangi bir ışık kaynağının görüntüsünü oluşturmak, bir ağaç ya da bina görüntüsü oluşturmaktan daha kolaydır. Çünkü birisi ışık kaynağının kendisidir, diğeri ise üzerine düşen ışığı yansıtır. Yansıyan ışığa kıyasla direkt ışık çok daha güçlü olacağı için, güneşin görüntüsü karanlık kutu içerisinde çok daha kaliteli olarak ortaya çıkar. Görüntü kalitesini etkileyen diğer bir faktör de, karanlık kutunun boyutudur. Kutu ne kadar küçük olursa, delikten içeri giren ışığın kutu içerisinde aldığı yol da o kadar kısa olur. Böylece ışığın şiddetindeki artışa bağlı olarak görüntü kalitesi de o oranda artar. Kutunun boyutu büyüdüğünde ise, tam tersi bir durum ortaya çıkar. Delikten içeri giren ışığın kutu içerisinde katettiği mesafe artacağı için, görüntüyü oluşturan ışığın şiddeti azalır. Bu da, daha zayıf bir görüntünün oluşmasına neden olur. Bu basit aygıtla her ışık koşulunda yüzey üzerinde görüntü oluşturmak mümkün olsa da, elde edilecek görüntünün kalitesi tamamen nesneden yansıyan ışığın şiddetine bağlıdır.

Görüldüğü gibi, karanlık kutu yoluyla yüzey üzerinde görüntü oluşturmanın temel öğesi ışıktır. Yüzey üzerindeki görüntü, delikten içeri giren ışık yoluyla oluşturulur. Bu nedenle karanlık kutu, ışığa özgü bir resmetme teknolojisi olarak tanımlanır. Karanlık kutu aracılığı ile yüzey üzerinde görüntü elde edilmesi ve bu görüntünün kalıcı olmasına yönelik çabalar, yeni resmetme tekniklerinin de keşfedilmesine ortam hazırlamıştır.

Bir camera obscura görüntüsü: Central Park, New York · Manhattan; ABD (Abelardo MORELL - 2008)



Camera Obscura: Courtyard Binası, Lacock Manastırı, İngiltere (Abelardo MORELL, 2003)






12 Kasım 2016 Cumartesi

Athanasius Kircher (1601-1680)

Athanasius Kircher (1601-1680)

Athanasius Kircher (1601-1680), Alman yazıbilimci, bilge. O zamanın en önemli bilim adamlarından biriydi. Kircher, Orta Almanya'da katolik bir şehir olan Geisa'da dünyaya gelmişti. Almanya, o sıralar yaşanan dini çatışmalar nedeniyle oldukça çalkantılı bir dönemden geçiyordu. Kircher, 1622 yılında protestanların elinden kurtulabilmek için memleketinden ayrılmak zorunda kaldı. 1628 yılında cizvit rahibi oldu. Fransa, Avusturya ve İtalya'da dolaştıktan sonra Roma'ya yerleşti. 

Çok çeşitli konularla ilgili kırktan fazla kitap yazmıştır. Rönesans döneminin ideal bir örneği olan Kircher, on iki dil biliyordu. Tarihin ilk Antik Mısır uzmanıdır. İlk bilimkurgu romanını o yazmıştır. Vezüv Yanardağı'nın dumanlı kraterine inerek volkanlar üzerine çalışmalar yapmıştı. Öğrenme aşkını belki de en net biçimde 1669 yılında yayınladığı kitabı "The Great Art of Knowing (Öğrenmenin Ulu Sanatı)" ile ortaya koymuştur.  

Kircher'in Mundus Subterraneus adlı kitabı (1665)

1631 yılında yayınladığı ilk kitabı "Magnetizma" ile ilgiliydi. Güneş saatleri, yer çekimi ve matematikle ilgili de birçok yazı yazmıştır. 1656'da, bubonik vebanın (Hıyarcıklı veba) mikroorganizmalardan kaynaklanıyor olabileceğini ileri sürerek bu teoriyi destekleyen ilk kişilerden biri oldu.  

Kircher'in "Oedipus Aegyptiacus" isimli kitabı en iyi bilinen eserleri arasındadır. Bu kitap, Antik Mısır hiyeroglif alfabesini çözümlemeye çalışmaktaydı. Sonuçta başarısız olsa da eski Mısır'a büyük bir ilginin uyanmasına neden oldu. Geride bıraktığı notları sonunda eski yazıyı çözmeyi başaracak olan Fransız bilgini Jean-François Champollion (1790 - 1832) için yararlı olmuştur.   

Kircher aynı zamanda kitap, sanat eseri ve çeşitli icatlar toplayan bir koleksiyonerdi. Bunlar, Roma'daki "Kircherianum Müzesi"nde sergilendi. Bu müze 19. yy'da yıkılana kadar şehrin en büyük müzelerinden biri olmuştur.  

Yaşarken Yüz Sanatın Ustası olarak anılan Kircher, Avrupa'nın en ünlü bilginlerindendi. Büyük ölçüde kendi kendini yetiştirmiş ve içindeki öğrenme aşkı ile motive olmuştu. Ölümünün ardından Kircher'in ünü sönmeye başladı. Bilimsel konulara getirdiği amatör yaklaşım uzmanlaşma ve profesyonelleşmenin gelişimi ile birlikte gözden düşmüştür.




Ek Bilgiler:   

1- Kircher'in hiçbiri çalışmayan çeşitli icatları vardı: Sürekli hareket makinası, konuşan emzik, müzik yazma makinası. 
Bu icatları, İtalyan romancı Umberto Eco tarafından "The Island of The Day Before" - Önceki Günün Adası (1994) adlı çalışmasında espri konusu yapılmıştır.

2- Kircher'in en büyük projelerinden biri de "Voynich Elyazması"nı tercüme etmekti. Bu, bilinmeyen bir dilde yazılmış ünlü bir 15. yy kitabıydı. Ancak Kircher bu projesini gerçekleştirememiştir. Aynı çaba içersine giren ondan sonraki uzmanlar da başarısız olmuştur. Hatta Amerika Birleşik Devletleri'nin Ulusal Güvenlik Ajansı'nda (national security agency) çalışan şifre çözücüler bile hiçbir sonuca ulaşamamıştır. Kimi uzmanlarsa kitabın çok iyi tasarlanmış bir ortaçağ şakası olabileceğini düşünmektedir. 

3- Kircher "Physiologia" (1680) isimli kitabında yutkunma sırasında hareket eden havanın hızını ölçen ilk kişi olmuştur. Kronometrenin henüz icat edilmediği düşünülürse bunun büyük bir başarı olduğu söylenebilir.














10 Kasım 2016 Perşembe

Helyograf (heliograph)



Helyograf (Yunanca: güneş anlamına gelen Helios + yazmak anlamına galen graphein), ayna ile yansıtılan güneş ışığıyla yaratılan mors kodu ile sinyal veren kablosuz bir güneş telegraf aleti. Flaşlar aynayı aralıklı dönüştürmesiyle veya deklanşör ile ışının kesilmesiyle yaratılır. 

I. Dünya Savaşı sırasında Filistin Cephesinde Osmanlı Ordusu'na bağlı Helyograf ekibi (Huj, 1917)

Helyograf 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında geniş ölçüde kullanılan basit ama 50 kilometre veya daha fazla mesafede etkili optik haberleşme aletiydi. Başlıca askeri, tetkik ve orman koruma çalışmalarında kullanılırdı. 1960'lı yıllara kadar İngiliz Kraliyet Ordusu ve Avustralya Ordusu'nda standart alet olarak kullanıldı ve Pakistan Ordusu'nda ise 1975 gibi geç döneme kadar kullanıldı.








Kalotip - Calotype (Yunanca "güzel izlenim")


Kalotip, William Henry Fox Talbot tarafından bulunan; yarı saydam kâğıt üzerinde fotoğraf negatifi elde edilmiş ilk fotoğrafçılık tekniği. 
Kalotip, Yunanca kahos (güzel) ve typos (izlenim) sözcüklerinden türetilmiş ve 8 Şubat 1841 tarihinde de buluşunun patentini almıştır.
Talbot, patentini 8 Şubat 1841'de aldı; Talbotype diye de bilinir. 
Bu tür baskılar genellikle kahverengi tonlarındadır. 

Kalotip yönteminde, taban malzemesi olarak homojen bir dokuya ve pürüzsüz bir yüzeye sahip yüksek kalitede kâğıt kullanılır. Kâğıdı ışığa duyarlı hale getirebilmek için, zayıf bir kandil ışığında gerçekleştirilen bir dizi işleme gereksinim duyulur. Öncelikle yumuşak bir fırça kullanılarak kâğıt yüzey gümüş nitratla kaplanır. Daha sonra, kâğıt kurumaya bırakılır. Tam bir kuruma gerçekleşmeden önce, kâğıt potasyum iyot eriyiğine bırakılır. Bu eriyik içerisinde iki ya da üç dakika çalkalanarak tutulduktan sonra tekrar kurumaya bırakılır. Bu işlemin sonunda kâğıt yüzeyi iyotla kaplanmış olur. İyotla kaplanmış kâğıt yüzeyi ışığa duyarlı hale getirmek için, gümüş nitrat ve gallic asit bileşimiyle kaplanması gerekir. Bu işlem, gümüş nitrat ve gallic asit bileşiminin çok hızlı erimesi nedeniyle otuz saniye gibi kısa bir sürede uygulanır. Daha sonra suda bekletilen kâğıt, karanlık bir ortamda kurumaya bırakılır. Kuruma işleminin sonunda, kâğıt ışığa duyarlı hale gelmiş olur. Kalotip kâğıtlar, hazırlandıktan sonra birkaç saat içerisinde pozlandırılması gerektiğinden, tüm bu işlemin çekimden kısa bir süre önce yapılması gerekir. 

Pozlama işlemi, fotoğraf makinesi olarak kullanılan bir karanlık kutu aracılığıyla gerçekleştirilir. Işığa duyarlı hale getirilmiş kalotip kâğıt, karanlık kutuda görüntünün oluştuğu düzlem üzerine yerleştirilerek pozlandırılır. Parlak güneşli havalarda Talbot tarafından önerilen pozlandırma süresi, diyafram açıklığı f/15 olan bir objektif için on saniyenin yeterli olacağı yönündedir. Pozlandırma işlemi sonunda kalotip kâğıt üzerinde gözle görülmeyen bir görüntü oluşur. Bu gizli görüntü geliştirme yoluyla görünür hale getirilir. Bu geliştirme işlemi esnasında ışık almış gümüş tuzları depolamış oldukları ışık miktarına bağlı olarak kararır. Böylece pozlama esnasında oluşmuş olan gizli görüntü, gerçek görüntü haline dönüşür. Geliştirme işleminin bir karanlık odada yapılması gerekir. Kalotip kâğıt, gallo-gümüş nitrat eriyiğinde birkaç dakika tutulduğunda görüntü kâğıt yüzeyinde ortaya çıkar. Elde edilen bu görüntü, negatif karakterlidir.

Kalotip kâğıt üzerinde elde edilen görüntünün kalıcı hale getirilebilmesi için, kâğıt yüzeyindeki ışık duyarlılığının sonlandırılması gerekir. Bu işlem için, potasyum bromür ya da sodyum hiposülfit (hypo) eriyiğinden yararlanılır. Sabitleme işleminin iki önemli görevi vardır. Birincisi, kâğıt üzerindeki görüntünün daha fazla kararmasını engelleyerek görüntünün belli bir gri ton değerinde sabitlenmesini sağlar. İkincisi ise, ışıktan etkilenmemiş gümüş tuzlarını eriterek kâğıt yüzeyinin ışık duyarlılığını sonlandırmaktır. Böylece, elde edilen görüntünün gün ışığında izlenmesi mümkün hale gelir. Sabitleme işlemi, kâğıt yüzeyinde oluşturulmuş olan görüntüyü kalıcılaştırarak zamana karşı dayanıklı hale getirir. Daha sonra yıkama işlemine geçilir. Kalotip kâğıt akarsu altında iyice yıkanarak, üzerindeki sabitleme eriyiği artıklarından tamamen arındırılır. Yıkanarak temizlenmiş olan kâğıt, kurumaya bırakılır.

Kalotip kâğıt üzerinde elde edilen görüntü negatif karakterdedir. Dolayısıyla bu negatif görüntü kullanılarak çok sayıda pozitif görüntüye ulaşılabilir. Kâğıdın ışık geçirgenliğini arttırmak için, balmumundan yararlanılır. Üzerine balmumu sürülerek saydamlaştırılan kâğıt yüzey, pozitif baskı elde edebilmek için hazır haldedir. Pozlama yapılacak kalotip kâğıt alta, negatif görüntünün bulunduğu şeffaflaştırılmış kâğıt ise üste gelecek şekilde bir camın altına yerleştirilir. Camın ağırlığı, her iki kâğıdın da iyice sıkışmasını ve birbirlerine tam olarak temas etmesini sağlar. Üzerine pozlama yapılacak kalotip kâğıdın ışıktan etkilenmemesi için, bu işlemin bir karanlık odada yapılması gerekir. Daha sonra, üzerinde cam bulunan kalotip kâğıtlar gün ışığına çıkarılır ve güneş ışığı altında yaklaşık olarak 15 dakika pozlandırılır. Pozlandırma sonucunda kâğıt yüzeyinde oluşan gizli görüntü, geliştirme ve sabitleme işlemlerinden geçirilerek gerçek görüntü haline getirilir. Negatif bir orijinalden kontak baskı yoluyla elde edilen bu görüntü pozitif karakterlidir. Pozitif görüntü elde etmek için kullanılan diğer bir yöntem de, üzerine pozlandırma yapılacak yüzey olarak kalotip kâğıt yerine, fotojenik çizim için hazırlanmış duyarlı yüzeylerden yararlanmaktır.

Kalotip negatifler ve fotojenik çizimler, ışığa duyarlı yüzey üzerine resmetme tekniğinin iki farklı yöntemidir. Fotojenik çizim yöntemi, optik dışı bir süreç olarak yapılanmasına karşın, kalotip yöntemi bir karanlık kutu kullanılarak gerçekleştirildiği için, optik bir karakter taşır. Her iki yöntemde de, ışığa hassaslaştırılmış yüzey olarak kâğıt kullanılır. Fotojenik çizimde elde edilen görüntü, nesnenin duyarlı yüzeyle temasının bir sonucudur ve pozlandırma yoluyla açığa çıkartılır. Duyarlı yüzey üzerinde ilave bir kimyasal işleme ihtiyaç duymaz. Kısacası fotojenik çizimler, sadece ışık ve onun duyarlı yüzey üzerinde yarattığı etkiyle elde edilir. Kalotip yöntemde ise, ışığın etkisiyle duyarlı yüzey üzerinde oluşan görüntü, öncelikle bir gizli görüntüdür ve açığa çıkartılması için kimyasal bir geliştirme işlemine ihtiyaç duyulur. Yüzey üzerinde pozlandırma sonucunda oluşturulmuş gizli görüntünün gerçek görüntüye dönüştürüldüğü bu aşama, kontrol edilebilir bir süreçtir. Yani geliştirme aşamasında farklı müdahaleler yapılarak, elde edilecek gerçek görüntünün ton değerleri kontrol edilebilir. Bu kontrol, fotoğrafın teknik ve estetik olarak düzenlenmesinin temel öğelerinden biridir.

Alıntı: Fotoğraf Tarihi - Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayını, 2012







9 Kasım 2016 Çarşamba

Dagerreyotip (Fr.: Daguerréotype)

Dagerreyotip (Fr.: Daguerréotype), gümüş nitratla ışığa duyarlı hale getirilen bakır levhaların, camera obscura içinde 10 ila 20 dakika pozlanarak, civa buharına tâbi tutulup geliştirilmesiyle fotografik görüntü elde etme yöntemidir. Sülfür ile gümüş plaka üzerine işlenmesi esasına dayanır. Kalitesi, yüzeyinin pürüzsüzlüğü ile doğru orantılıdır. Zorluğu ve fiyatı, fotoğrafın kapladığı alan arttıkça logaritmik olarak artar. Bu tekniğin çekici yanı, teorik olarak sonsuz çözünürlük sağlamasıdır. Tabii ki bu çözünürlük daha önce de belirtildiği üzere, yüzeyin pürüzsüzlüğüne bağlıdır. Örnek olarak, mikroskopla fotoğraftaki ufacık bir şeyi inceleyip, katilin belirlenebilmesi ancak dagerreyotip uygulanmış gümüş bir plakada gerçekleştirilebilir. 

Pozlama süresi çok uzun olduğundan, hareketli cisim ya da hareket anında fotoğraf çekmek için uygun bir yöntem değildir. Stüdyoda bu teknikle fotoğraf çekilirken, sırt ve kolların sabit durmasını kolaylaştıran bağlı oldukları birer aparat vardır. İşte bu yüzden, mevcut tüm fotoğraflardaki insanlar dimdik bir şekilde pozlanmış olarak görülmektedirler. 

Oldukça pahalı bir yöntem olması nedeni ile, ticari olarak dünyada sadece 10 kişi tarafından uygulanmaktadır ve bunun sebebi masrafların herkes tarafından kolaylıkla karşılanamayacak olmasıdır. Özellikle Amerika'da, lüks tüketimin en elit ürünlerindendir. Elit ürün sayılmasının nedenleri olarak; yüzyıllarca saklanabilmesi, maksimum çözünürlüğe sahip olması, gümüşün çekiciliği, renk dokusu ve pahalı olması gibi sebepler düşünülebilir.





Diyorama

Diyorama, ışık oyunlarıyla gerçekleştirilen, gerçek ve hareket izlenimi uyandıran panoramik resim gösterisi.
Diorama, gerçek veya kurgu bir olayın, anın veya hikâyenin, ışık oyunlarının da yardımıyla üç boyutlu olarak modellenmesidir.


Sözcüğün kökeni Fransızca'dır ve 1823 yılında bu dilde kullanılmaya başlamıştır. Fransızca'ya da Yunanca'dan girmiş olan ve "içinden" anlamına gelen dia sözcüğü ile "görünen" anlamına gelen orama ('panorama'daki gibi) sözcüğünün birleşmesiyle oluşmuş dioramanın eş anlamlı sözcükleri cyclorama ve panorama'dır.


Diyorama, büyük boyutlu resim yüzeyleri üzerinde, değişen ışık etkisiyle gerçekleştirilen sahne gösterileridir. Bu tip gösteriler, farklı güç ve renkteki (renkli camlar kullanılarak ışık renklendiriliyordu) ışık kaynaklarının değişik açılardan yönlendirilmesinin yüzey üzerinde yarattığı etkiyi temel alır. Yani, yüzey üzerinde ışık ve gölgeli alanlar oluşturularak yapılan gösterilerdir. Işık, Daguerre'in yaşamının büyük tutkusuydu. Kullanılan ışığın yönü, gücü ve rengi değiştirilerek görsel algının yönlendirilebileceğini fark eden Daguerre, bu bilgisinden yararlanarak diyorama gösterileri düzenlemiştir. Bu gösterilerde, 14x22m. ebatlarında yarı şeffaf ve seyrek dokunmuş bir perdenin iki yüzüne yapılmış resimler kullanılıyor ve bu resimler hem önden hem de arkadan ışıklarla aydınlatılıyordu. Aydınlatma tepeden yapıldığında öndeki resim görünüyor, arka taraftan aydınlatıldığında arkadaki resim beliriyordu. Ayrıca, önden gelen ışığın şiddeti azaltılıp arkadan gelen ışığın şiddeti arttırılarak, gündüz etkisini veren bir resmin sanki geceymiş gibi algılanması sağlanıyordu. Bütün bu ve benzeri yaratıcı tekniklerin asıl hedefi, izleyicide gerçeklik yanılsaması yaratabilmekti. Aydınlatma, renk ve ışık efektleri kullanılarak yaratılan yanılsama sayesinde, bu devasa resimlerdeki zaman, ortam ışığı, rüzgâr hissi ve genel olarak atmosfer, doğanınkine benzetilmeye çalışılıyor, görsel algılama yönlendirilerek iki boyutlu resim yüzeyinin üç boyutlu olarak algılanması sağlanıyordu.

Diyorama gösterilerinde sergilenen resimler, karanlık kutunun iki boyutlu yüzey üzerinde meydana getirdiği görüntülerin büyütülerek resme dönüştürülmüş halleri olması nedeniyle, bir optik bakışın ürünüdür. Diyorama gösterileri, karanlık kutu aracılığıyla yüzey üzerinde oluşturulan hayali görüntüden yararlanmak yoluyla, devasa bir perde üzerinde resim tekniği ve ışığın etkisi (aydınlatma, renk ve ışık efektleri) kullanılarak gerçeklefltirilen kusursuz bir göz aldanmasına dayanır. Karanlık kutunun yüzey üzerinde görüntü oluşturma ilkesini temel alan bu tip gösteriler, dönemin eğlence kültürünün önemli bir parçası olmuştur.

Alıntı: Fotoğraf Tarihi - Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayını, 2012





11 Ağustos 2016 Perşembe

ESKİ TÜRKLER'de DEVLET GELENEĞİ VE TEŞKİLATI

Türklerin ana yurdu Orta Asya’dır. Orta Asya; kuzeyde Sibirya Stepleri, doğuda Kingan Dağları, batıda Hazar Denizi, güneyde ise Himalaya, Pamir ve Hindukuş Dağları ile çevrilidir.

Türk Adı: Türk kelimesi, yazılı tarih kaynaklarında ilk kez Çin kaynaklarında geçer. "Türk" sözcüğünün etimolojisi, yani kökeni ve özgün anlamı, açık değildir. 

Türk adı bugün kullandığımız şekli ile ilk kez Göktürkler dönemine ait Orhun Yazıtları'nda geçmektedir. "Türk" adıyla kurulmuş ilk ve Türk adını resmi devlet ismi şekliyle kullanan ilk Türk devletidir. Devletin kurucusu ve ilk önderi Bumin Kağan'dır. Bumin Kağan'ın kardeşi İstemi Yabgu ülkenin batı kanadını yönetirdi. Göktürkler komşuları olan Çin, Sasani (İran) ve Bizans İmparatorluğu ile askeri, siyasi ve ekonomik ilişkiler kurdular.

Türk Adı ile İlgili Rivayetler: 
Türkler birçok milletin tarihini etkilemişler, destanlarına hatta efsanelerine girmeyi başarmışlar. Birçok kavim ve millet "Türk" adına farklı rivayetlerle kendi kültürlerine göre farklı anlamlar vermiş ve farklı şekilde yazmışlardır. 

İslam kaynaklarında teferruatlı şekilde nakledilen İran menşeli Zend-Avesta rivayetleri ile, İsrail menşeli Tevrat rivayetlerinde de "Türk" adı Nuh'un torunu (Yafes'in oğlu) Türk'de, veya İran rivayetindeki Feridun (Thraetaona)'un oğlu Tûrac veya Tûr (Tûran, buradan geliyor) da Türk adını taşıyan ilk kavim olarak gösterilir.  Tevrat rivayetlerinde Nuh tufanından sonra Nuh peygamber dünyayı üç oğlu arasında pay etmiştir. Yafes'e Orta Asya ve Çin ülkeleri düşmüş, Yafes ölürken tahtını sekiz oğlundan biri olan “Türk”e bırakmıştır.

En dikkat çekici rivayetler Arap kaynaklarında. Türk adı Çin'den sonra en eski olarak İslamiyet öncesi Arap kaynaklarında ilk olarak Cahiliye Devri şairlerinin divanında geçer. Gerçekliği bilinmemekle beraber İslam Peygamberi'nden rivayet edilen "Türkler size dokunmadıkça onlarla sulh içinde yaşayın." hadisi de "Türk" adının geçtiği önemli bir rivayettir. 
Diğer bir Arap kaynağında da, Türkler Yecüc-Mecüc seddinin arkasında terk edilmiş bir kavim olduğundan veyahutta Yafes'e düşen toprak sahasının insandan yoksun, terk edilmiş bir durumda olmasından dolayı Türklere "Terek" adı verilmiş ve zamanla "Türk" adının buradan geldiği kabul edilmiştir.

İslam kaynakları aynı zamanda İran rivayetlerini naklederken de "Türk" adından bahseder. Hükümdar Farüdün ülkesini üç oğlu Sarm, İrac ve Turac arasında bölüştürmüştür. Ortaya çıkan taht kavgalarında İrac diğer kardeşleri tarafından öldürülür ve İrac'ın yerine geçen oğlu Manüçithra babasının intikamını almak için Türk ülkesine giderken Turac'ın neslinden Afrasyab ile karşılaşır ve savaşırlar. Bu savaştan sonra iki ülke arasında sınır ok atarak belirlenir. Bir İranlı tarafından Teberistan'dan atılan bu okun "Ceyhun-Amu Derya Nehri" üzerine düşmesiyle bu nehir iki ülke arasında sınır sayılır; bundan böyle İran rivayetlerinde Türk ülkesinden Turan, Fars ülkesinden de İran olarak bahsedilir.

Göktürk Yazıtlarında (Orhun Abideleri) da Türk adı şöyle geçer: "Türk, Oğuz Beyleri, Kavmi, işitin yukarıda gök basmasa, asağıda yer delinmese Türk milleti ülkeni, töreni kim bozar?"


Dünya medeniyet tarihinde rol oynayan bazı büyük milletler vardır. Bunlardan biri de, hiç şüphesiz Türklerdir. Türkler, dünya medeniyet tarihinde iki hususta başlıca rol oynayarak, dehalarını göstermişlerdir. 

İlk yurtları Orta Asya'nın son derece elverişsiz iklim ve çevre şartlarının gerektirdiği atlı-göçebe hayat tarzını gerçekleştirmiş olmaları. Yasalara ve törelere göre düzenli işleyen büyük devletler kurmalarıdır. 

İnsan kİtlelerinin belirli bir kültür etrafında bir araya gelmesiyle meydana gelen en büyük topluluk millettir. Öte yandan, insan topluluklarının kurdukları en büyük müessese ise devlettir. Türkler'de millet ve devlet fikri pek erken çağlarda doğmuş ve gelişmiştir. Türkler, Orta Asya'ya bütünüyle hükmeden büyük devletler kurdukları gibi, zaman zaman Orta Asya'nın dışına taşarak, gittikleri yerlerde de yeni yeni siyasî kurulumlar meydana getirmişlerdir. Buna göre diyebiliriz ki, "Türkler tarihin hiçbir devrinde devletsiz kalmamışlardır". 

Türkler, devlete "el" veya "il" adını veriyorlardı. Devlet kurmayı illemek, devlet idare etmeyi il tutmak, devletten yoksun kalmayı da ilsiremek kelimeleriyle ifade ediyorlardı. Devleti de, daima "töre" (el veya il törü) ile birlikte düşünüyorlardı. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Türklerde töresiz (töre=yazılı olmayan kanun) devlet olmazdı.  Devlet, "halk, ülke, hâkimiyet (erkinlik, egemenlik) ve teşkilât" olmak üzere birbirini tamamlayan dört unsurdan meydana gelirdi. Burada öncelikle bu dört unsurun içinde yer aldığı bir tanım yapalım: Devlet, bir topluluğun (halk) belirli bir toprak parçası (ülke) üzerinde hâkimiyet haklarını hiçbir sınırlama olmaksızın kullanmak suretiyle kurup, geliştirdiği siyasî, sosyal ve hukukî bir teşkilâttır.

Eski Türklerde halka kün, bodun veya el (il) denmekteydi. Bunlardan bodun, boy (bod) sözünün çoğulu olup, boylar birliği anlamına gelir. Çünkü, bodun (halk) aynı soydan olan ve aynı dili konuşan boyların bir başkan etrafında toplanmasıyla meydana gelirdi. Yine bir başkan tarafından "bodunlar"ın bir araya getirilmesiyle de Türk devleti (Türk eli) ooluşurdu.  Tarihî kayıtlara göre, Türkçe konuşan ve Türk soyundan olan topluluklara ilk defa millî kimliklerini sezdiren ve onlara büyük bir millet olduklarını öğreten lider, Büyük Hun Hükümdarı Mete'dir (Mao-tun Bagatır/Batur "M.Ö. 209-174" Osmanlı tarihçileri tarafından Oğuz Han olarak anılır)Otuz beş yıl Hun tahtında kaldı. Bu süre içinde sınırlarını genişleterek Hun devletini bir imparatorluk haline getirdi. Bütün Altay kavimlerini (Türk, Moğol-Tunguz) biraraya topladı. Hindistan'ı, Hazar denizine kadar Asya'yı ele geçirdi. Mete, sadece Hun siyasî birliğini kurmakla kalmamış, aynı zamanda Türk topluluklarına "Hun olma", yani millet olma bilincini de aşılamıştır.  

Türkler'de devlet, idareci unsur ile işbirliği yapan geniş halk kitlelerinin gayretleri ve katkıları sonucunda gerçekleşmekteydi. Daha doğrusu, halk devletin hem kurucu hem de temel unsuru idi. Başka bir deyişle halk, devletin gerçek sahibiydi. Türkler, halkı, devletin temeli sayan bir anlayışa ve düşünceye sahip olmakla kalmamışlar bu anlayışlarını ve düşüncelerini her yerde ve her vesile ile savunmuşlar. 

Türkler, devletin sahip olduğu ve halkın üzerinde yaşadığı topraklara ülke, uluş veya yurt gibi adlar verirlerdi. 
Uluş, toprakla birlikte halkı ifade ederdi. 
Yurt, daha çok "vatan" kavramı gibi kutsal bir anlam taşırdu. Türkler için yurt, sadece üzerinde yaşanılan ve geçim temin edilen bir toprak parçası değildi; aynı zamanda kendilerini koruyan ata ruhlarının üzerinde dolaştığı bir mekândı.

Türkler, ancak üzerinde özgür olarak yaşadıkları ve hükümranlık haklarını hiçbir sınırlama olmaksızın kullandıkları toprakları yurt olarak kabul ediyorlardı. Daha doğrusu onlar için yurt, üzerinde Türk tuğlarının ve bayraklarının dalgalandığı kutsal bir ata yadigârıydı. Yurt, diğer yurtlardan yaka adı verilen sınırlarla ayrılırdı. Bu sınırlar devletin gücüne göre, bazen daralır, bazen de genişlerdi.

Türkler, çok erken çağlarda toprağın devlet için değerini ve önemini kavramışlar; onu daima terk ve fedâ edilmez kutsal bir değer olarak görmüşlerdir. Ancak, istiklâllerini ve hürriyetlerini kaybettikleri durumlarda, onu terk ve fedâ etmek zorunda kalmışlardır.

Türk devlet teşkilâtının temeli, evrenin yaratılışı inancına dayanır. Başka bir ifade ile Türkler devletlerini, evrenin yaratılış düzenine uygun bir tarzda şekillendirmişler. Göktürk Yazıtları'nda, "Üstte gökyüzü, altta yağız yer, ikisinin arasında insanoğlu yaratılmıştır. İnsanoğlunun üzerine de (Tanrı tarafından) Türk Kağanları (Bumin ve İstemi) oturtulmuştur"

Devletin idare merkezi olan "ordu" (çadır kent), doğudaydı. "Ordu"nun tam ortasında da Türk Kağanının "otağ"ı yer almaktaydı. Türk Kağanı burada oturmaktaydı. O, aynı zamanda ikili teşkilâtın tam merkezinde bulunmaktaydı. Güneyinde ve kuzeyinde de yüksek rütbeli beyler (Şadpıt ve Tarkat buyruk beyleri) sıralanmaktaydı. Diğer taraftan Türk hükümdarı, tahtına da doğuya dönük bir tarzda oturmaktaydı. "Otağ"ın kapısı ise, yine doğuya açılmaktaydı. Türk hükümdarı, her sabah otağın kapısından çıktığında kutsal kabul edilen güneşi selâmlamaktaydı. Öte yandan, sol, yani ülkenin batı tarafına "yabgu" unvanı ile hükümdarın kardeşlerinden biri tayin edilmekteydi.

Türk Devlet Teşkilâtı'ndaki bütün yüksek memuriyetler de Türk kozmogoni anlayışına göre düzenlenmiş. Türkler, devletin mekânını oluşturan dünyayı "dört köşe" (dört bulung) olarak düşünmüşler. "Dört köşe" de doğu, batı, güney ve kuzey olarak dört ana yön ile ifade edilmiştir. Bunlardan doğuya ileri, batıya geri, güneye beri, kuzeye de yukarı denmiş. Öte yandan Türk hâkimiyet anlayışına göre, Tanrı, bütün insanların idaresini Türk hükümdarına vermiştir. Bu durumda, Türk hükümdarı Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar bütün ülkeleri ve milletleri hâkimiyeti altına alması gerekiyordu. İşte en eski devlet teşkilâtı da bu anlayışa göre kurulmuş ve düzenlenmiş.



Hun Devleti'nde tan-hu veya şan-yü unvanı ile anılan hükümdardan sonra "dört köşe veya boynuz" ile “altı köşe veya boynuz” adlarıyla anılan yüksek memuriyetler geliyordu. Bunlardan dört köşe, dünyanın dört ana yönü, altı köşe de altı tali yönü esas alınarak oluşturulmuştur. "Dört köşe" ve "altı köşe" memuriyetler de, kendi içlerinde sağ ve sol olmak üzere iki kısma ayrılıyordu. Her iki grupta yer alan memuriyetlere başta hükümdarın oğulları ve küçük kardeşleri olmak üzere hanedan ile akraba boyların başkanları tayin edilmekteydi. Meselâ, "dört köşe" grubuna bağlı memuriyetlerden ilk ve önemli mevkii, sol bilge tigin (Tso Hsien Wang) ünvanı ile veliaht (ilk erkek oğul) işgal etmekteydi. Her iki grupta bulunan görevlilerden her birinin idaresine de ayrı ayrı sahalar ve müstakil askerî birlikler verilmekteydi. Bunlardan sol grupta olanların sahaları devletin doğu bölgesinde, sağ grupta olanların sahaları da devletin batı bölgesinde bulunmaktaydı. 

Türklerin, sağlam ve değişmez hükümler ihtiva eden hem kamu hukukları hem de özel (aile) hukukları vardı. Hemen hemen bütün Türk topluluklarında, gerek kamu gerekse özel hukuka dair bütün kanunlara “töre” (törü) denirdi. Fakat onlar, töreyi hiçbir zaman yazılı hale getirmemişlerdir. Bundan dolayı, eski Türk hukukuna dair net, kesin, sağlam ve ayrıntılı bilgilere sahip değiliz.

Eski Türklerde, devlet ile hukuk (töre), birbirinden ayrılmayan, birbirini tamamlayan, daha önemlisi birbirlerinin varlık sebebi olan iki temel unsur. Bunun için eski Türk yazıtlarında devlet ile töre genellikle birlikte zikredilir. Özellikle Bilge Kağan (716-734), hem Türk Devleti'nin hem de töresinin ölmezliğine inanmaktaydı. O bu inancını ve düşüncesini, “Üstte gök basmasa, altta yer delinmese (yani kıyamet kopmazsa), Türk milleti, devletini töreni kim bozabilir?” şeklindeki ifadesi ile ortaya koymuştur. Fakat Bilge Kağan, bu inancında ve düşüncesinde kısmen yanılmıştır. Zira, ölümsüzlüğüne inandığı Göktürk Devleti, onun ölümünden kısa bir süre sonra yıkılmıştır. Halbuki Türk milletinin bu husustaki inancı ve düşüncesi ise, daha gerçekçi ve doğru olmuştur. O'na göre, devlet yıkılabilmekteydi. Töre ise kalıcı idi (El kaldı, törü kalmaz=Devlet gider töre kalır). 

Yeni bir Türk devleti kuran veya tahta çıkan her Türk hükümdarı, ilk iş olarak atalarından kalan töreyi düzenlemek ve yürürlüğe koymakla, yani kanun hâkimiyetini sağlamakla icraatına başlıyordu. Çünkü, eski Türkler'de töreyi, devletin temeli sayan bir hukuk anlayışı hâkimdi. Başka bir ifade ile söylememiz gerekirse, eski Türk devletlerinde hükümdarın şahsî idaresine kalmış keyfî bir idare hiçbir zaman söz konusu olmamaktaydı (bu hususta bkz. Türk devlet başkanının görev ve sorumlulukları).

Kaynakça: Prof. Dr. Salim Koca "Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilâtı (2002)"

19 Ocak 2016 Salı

Otomobil Düşleri "MERCEDES-BENZ"



Gottlieb Daimler, Mercedes adının 1902’de resmi olarak marka olduğunu göremeden, 1900 vefat etti. Çocukları, onun göremediği markalaşmayı, amblem tasarlarken yaşattılar ve Köln'de motor üzerine çalıştığı ilk yıllarda kendi evini üç köşeli yıldızla işaretlemiş ve ürettiği motorların bir gün "karada, havada ve denizde" bu yıldız gibi parlayacağını simgeleyen logoyu kullanma kararı aldılar. 


Mercedes-Benz 1909'dan itibaren markanın logosu olarak, 1910'dan itibaren de Mercedes marka otomobillerin ön kısmında bu üç köşeli yıldız kullanılmaya başlandı. 1916'da yıldızın etrafına halka ve altına Mercedes yazısı eklendi. 1921’den itibaren Mercedes-Benz yıldızı bugün herkesin bildiği haline en yakın biçimine kavuştu. 

1926’ya gelindiğinde savaş sonrası yaşanan ekonomik kriz, henüz gelişmekte olan otomotiv endüstrisini zorluyordu. İki rakip mucidin kurduğu firmalar, DMG ve Benz&Cie bu noktada önemli bir karara imza attı ve en iyi otomobilleri üretmeye devam edebilmek için birleşmeye karar verdiler. Böylece Mercedes-Benz doğmuş oldu. 

Mercedes-Benz 710 SSK Trossi Roadster (1930)

Mercedes-Benz 710 SSK Trossi Roadster (1930)

Mercedes Benz 500K (1934)

Mercedes-Benz 540K (1936)

Mercedes-Benz 770 Cabriolet F (1938)

Mercedes-Benz 320 Stromlinien-Limousine (1939)

Mercedes-Benz T80 (1939)
Mercedes-Benz Müzesi, Stuttgart, Almanya

Mercedes-Benz W125 Rekordwagen (1938)
Mercedes-Benz Müzesi, Stuttgart, Almanya

Mercedes-Benz 300 SL gullwing (1954)

Mercedes-Benz 190SL (1955)

Mercedes-Benz W111 Sedan (1959)

Mercedes-Benz 220S Ponton Cabriolet (1959)

Mercedes-Benz 300SL Roadster (1960)

Mercedes Benz 190 SL (W121) - 1963

Mercedes-Benz 280 SL “Pagoda” (1968)


18 Ocak 2016 Pazartesi

Otomobil Düşleri "MARCUS-WAGEN"

Avusturyalı mucit ve otomobilin öncülerinden Siegfried Marcus (1831-1898) geliştirdiği motorla viyana sokaklarında 12 km hızla gezerken halkın panik yaşamasına sebep olmuş birkaç kaza yapmıştır. 17 suçtan mahkemeye verilen Marcus keşif yapmayı bırakmış.

Marcus-Wagen
(Siegfried Marcus - 1888/89, Avusturya)
Avusturya'nın ilk otomobili Marcus-Wagen (Viyana Teknik Müzesi, Avusturya)


Otomobil Düşleri "BENZ"


Alman makine mühendisi ve motor tasarımcısı Carl Friedrich Benz, 1925'teki tarihi motorlu araçlar geçidine müzeden getirilen ilk Patent-Motorwagen'inin üzerinde.

Alman makine mühendisi ve motor tasarımcısı Carl Friedrich Benz (1844 - 1929), yaygın olarak benzinle çalışan otomobilin mucidi olarak bilinir. Çağdaşları olan diğer Alman mucitler olan Gottlieb Daimler ve Wilhelm Maybach ile aynı anda aynı proje üzerinde çalışmışlardı, ancak Benz önce çalışmasının, ardından da içten yanmalı motorun otomobillere uygulanabilirliğini sağlayan bütün süreçlerin patentini almıştır. 

Carl Benz, 1878'de tasarladığı ilk motorunun patentini 1879'da almıştır. Benz, 1885'te dünyanın satmak amacıyla üretilen ve benzin motoruyla çalışan ilk otomobili olan Motorwagen'i üretti. Üç tekerlekli, önden döndürülen bu arabada motor arka tarafta, yolcuların tam altındaydı. 

Diğer icatları arasında, karbüratör, gaz/fren sistemi, bir pilden elektrostatik kıvılcımlanmayla ateşleme sistemi, buji, debriyaj, vites değiştirme sistemi, ve radyatör vardır. Karl Benz 1896'da boxer tipi motoru tasarlamış ve yine aynı yıl patentini almıştır. Bu motor hâlâ motorsporlarında temel tasarım prensibi olarak kullanılır. Benz ayrıca Daimler-Benz, Mercedes-Benz, ve Daimler-Chrysler şirketlerinin atası olan Benz Şirketi'ni (Benz & Cie) de kurmuştur. Ölmeden önce icatlarının sayesinde 1920'lerdeki otomobil patlamasını görebilmiştir.

Benzinle çalışan içten yanmalı motora sahip ilk otomobil Benz Patentli Motorwagen (1885-1886)
Münih Müzesi Trafik Merkezi, Almanya
Benzinle çalışan içten yanmalı motora sahip ilk otomobil Benz Patentli Motorwagen (1885-1886)
Münih Müzesi Trafik Merkezi, Almanya
Benzinle çalışan içten yanmalı motora sahip ilk otomobil Benz Patentli Motorwagen (1885-1886)
 Münih Müzesi Trafik Merkezi, Almanya

Benz Patent-Motorwagen Modell No. 3 (1888)1 silindir, 2651 cm3, 5 HP, 20 km / h, 8 koltuk.
Automuseum Dr. Carl Benz, Ladenburg, Baden-Württemberg, Almanya

Benz Victoria (1893)
Automuseum Dr. Carl Benz, Ladenburg, Baden-Württemberg, Almanya
Benz Omnibus (1895)
Mercedes-Benz Müzesi, Stuttgart, Almanya

Benz Omnibus (1895)
Mercedes-Benz Müzesi, Stuttgart, Almanya

Benz Velo (1898)
Automuseum Dr. Carl Benz, Ladenburg, Baden-Württemberg, Almanya
Benz Velo dünyanın ilk seri üretilen otomobili oldu.