Türkler'de Siyasete Bakınca etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkler'de Siyasete Bakınca etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ağustos 2016 Perşembe

ESKİ TÜRKLER'de DEVLET GELENEĞİ VE TEŞKİLATI

Türklerin ana yurdu Orta Asya’dır. Orta Asya; kuzeyde Sibirya Stepleri, doğuda Kingan Dağları, batıda Hazar Denizi, güneyde ise Himalaya, Pamir ve Hindukuş Dağları ile çevrilidir.

Türk Adı: Türk kelimesi, yazılı tarih kaynaklarında ilk kez Çin kaynaklarında geçer. "Türk" sözcüğünün etimolojisi, yani kökeni ve özgün anlamı, açık değildir. 

Türk adı bugün kullandığımız şekli ile ilk kez Göktürkler dönemine ait Orhun Yazıtları'nda geçmektedir. "Türk" adıyla kurulmuş ilk ve Türk adını resmi devlet ismi şekliyle kullanan ilk Türk devletidir. Devletin kurucusu ve ilk önderi Bumin Kağan'dır. Bumin Kağan'ın kardeşi İstemi Yabgu ülkenin batı kanadını yönetirdi. Göktürkler komşuları olan Çin, Sasani (İran) ve Bizans İmparatorluğu ile askeri, siyasi ve ekonomik ilişkiler kurdular.

Türk Adı ile İlgili Rivayetler: 
Türkler birçok milletin tarihini etkilemişler, destanlarına hatta efsanelerine girmeyi başarmışlar. Birçok kavim ve millet "Türk" adına farklı rivayetlerle kendi kültürlerine göre farklı anlamlar vermiş ve farklı şekilde yazmışlardır. 

İslam kaynaklarında teferruatlı şekilde nakledilen İran menşeli Zend-Avesta rivayetleri ile, İsrail menşeli Tevrat rivayetlerinde de "Türk" adı Nuh'un torunu (Yafes'in oğlu) Türk'de, veya İran rivayetindeki Feridun (Thraetaona)'un oğlu Tûrac veya Tûr (Tûran, buradan geliyor) da Türk adını taşıyan ilk kavim olarak gösterilir.  Tevrat rivayetlerinde Nuh tufanından sonra Nuh peygamber dünyayı üç oğlu arasında pay etmiştir. Yafes'e Orta Asya ve Çin ülkeleri düşmüş, Yafes ölürken tahtını sekiz oğlundan biri olan “Türk”e bırakmıştır.

En dikkat çekici rivayetler Arap kaynaklarında. Türk adı Çin'den sonra en eski olarak İslamiyet öncesi Arap kaynaklarında ilk olarak Cahiliye Devri şairlerinin divanında geçer. Gerçekliği bilinmemekle beraber İslam Peygamberi'nden rivayet edilen "Türkler size dokunmadıkça onlarla sulh içinde yaşayın." hadisi de "Türk" adının geçtiği önemli bir rivayettir. 
Diğer bir Arap kaynağında da, Türkler Yecüc-Mecüc seddinin arkasında terk edilmiş bir kavim olduğundan veyahutta Yafes'e düşen toprak sahasının insandan yoksun, terk edilmiş bir durumda olmasından dolayı Türklere "Terek" adı verilmiş ve zamanla "Türk" adının buradan geldiği kabul edilmiştir.

İslam kaynakları aynı zamanda İran rivayetlerini naklederken de "Türk" adından bahseder. Hükümdar Farüdün ülkesini üç oğlu Sarm, İrac ve Turac arasında bölüştürmüştür. Ortaya çıkan taht kavgalarında İrac diğer kardeşleri tarafından öldürülür ve İrac'ın yerine geçen oğlu Manüçithra babasının intikamını almak için Türk ülkesine giderken Turac'ın neslinden Afrasyab ile karşılaşır ve savaşırlar. Bu savaştan sonra iki ülke arasında sınır ok atarak belirlenir. Bir İranlı tarafından Teberistan'dan atılan bu okun "Ceyhun-Amu Derya Nehri" üzerine düşmesiyle bu nehir iki ülke arasında sınır sayılır; bundan böyle İran rivayetlerinde Türk ülkesinden Turan, Fars ülkesinden de İran olarak bahsedilir.

Göktürk Yazıtlarında (Orhun Abideleri) da Türk adı şöyle geçer: "Türk, Oğuz Beyleri, Kavmi, işitin yukarıda gök basmasa, asağıda yer delinmese Türk milleti ülkeni, töreni kim bozar?"


Dünya medeniyet tarihinde rol oynayan bazı büyük milletler vardır. Bunlardan biri de, hiç şüphesiz Türklerdir. Türkler, dünya medeniyet tarihinde iki hususta başlıca rol oynayarak, dehalarını göstermişlerdir. 

İlk yurtları Orta Asya'nın son derece elverişsiz iklim ve çevre şartlarının gerektirdiği atlı-göçebe hayat tarzını gerçekleştirmiş olmaları. Yasalara ve törelere göre düzenli işleyen büyük devletler kurmalarıdır. 

İnsan kİtlelerinin belirli bir kültür etrafında bir araya gelmesiyle meydana gelen en büyük topluluk millettir. Öte yandan, insan topluluklarının kurdukları en büyük müessese ise devlettir. Türkler'de millet ve devlet fikri pek erken çağlarda doğmuş ve gelişmiştir. Türkler, Orta Asya'ya bütünüyle hükmeden büyük devletler kurdukları gibi, zaman zaman Orta Asya'nın dışına taşarak, gittikleri yerlerde de yeni yeni siyasî kurulumlar meydana getirmişlerdir. Buna göre diyebiliriz ki, "Türkler tarihin hiçbir devrinde devletsiz kalmamışlardır". 

Türkler, devlete "el" veya "il" adını veriyorlardı. Devlet kurmayı illemek, devlet idare etmeyi il tutmak, devletten yoksun kalmayı da ilsiremek kelimeleriyle ifade ediyorlardı. Devleti de, daima "töre" (el veya il törü) ile birlikte düşünüyorlardı. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Türklerde töresiz (töre=yazılı olmayan kanun) devlet olmazdı.  Devlet, "halk, ülke, hâkimiyet (erkinlik, egemenlik) ve teşkilât" olmak üzere birbirini tamamlayan dört unsurdan meydana gelirdi. Burada öncelikle bu dört unsurun içinde yer aldığı bir tanım yapalım: Devlet, bir topluluğun (halk) belirli bir toprak parçası (ülke) üzerinde hâkimiyet haklarını hiçbir sınırlama olmaksızın kullanmak suretiyle kurup, geliştirdiği siyasî, sosyal ve hukukî bir teşkilâttır.

Eski Türklerde halka kün, bodun veya el (il) denmekteydi. Bunlardan bodun, boy (bod) sözünün çoğulu olup, boylar birliği anlamına gelir. Çünkü, bodun (halk) aynı soydan olan ve aynı dili konuşan boyların bir başkan etrafında toplanmasıyla meydana gelirdi. Yine bir başkan tarafından "bodunlar"ın bir araya getirilmesiyle de Türk devleti (Türk eli) ooluşurdu.  Tarihî kayıtlara göre, Türkçe konuşan ve Türk soyundan olan topluluklara ilk defa millî kimliklerini sezdiren ve onlara büyük bir millet olduklarını öğreten lider, Büyük Hun Hükümdarı Mete'dir (Mao-tun Bagatır/Batur "M.Ö. 209-174" Osmanlı tarihçileri tarafından Oğuz Han olarak anılır)Otuz beş yıl Hun tahtında kaldı. Bu süre içinde sınırlarını genişleterek Hun devletini bir imparatorluk haline getirdi. Bütün Altay kavimlerini (Türk, Moğol-Tunguz) biraraya topladı. Hindistan'ı, Hazar denizine kadar Asya'yı ele geçirdi. Mete, sadece Hun siyasî birliğini kurmakla kalmamış, aynı zamanda Türk topluluklarına "Hun olma", yani millet olma bilincini de aşılamıştır.  

Türkler'de devlet, idareci unsur ile işbirliği yapan geniş halk kitlelerinin gayretleri ve katkıları sonucunda gerçekleşmekteydi. Daha doğrusu, halk devletin hem kurucu hem de temel unsuru idi. Başka bir deyişle halk, devletin gerçek sahibiydi. Türkler, halkı, devletin temeli sayan bir anlayışa ve düşünceye sahip olmakla kalmamışlar bu anlayışlarını ve düşüncelerini her yerde ve her vesile ile savunmuşlar. 

Türkler, devletin sahip olduğu ve halkın üzerinde yaşadığı topraklara ülke, uluş veya yurt gibi adlar verirlerdi. 
Uluş, toprakla birlikte halkı ifade ederdi. 
Yurt, daha çok "vatan" kavramı gibi kutsal bir anlam taşırdu. Türkler için yurt, sadece üzerinde yaşanılan ve geçim temin edilen bir toprak parçası değildi; aynı zamanda kendilerini koruyan ata ruhlarının üzerinde dolaştığı bir mekândı.

Türkler, ancak üzerinde özgür olarak yaşadıkları ve hükümranlık haklarını hiçbir sınırlama olmaksızın kullandıkları toprakları yurt olarak kabul ediyorlardı. Daha doğrusu onlar için yurt, üzerinde Türk tuğlarının ve bayraklarının dalgalandığı kutsal bir ata yadigârıydı. Yurt, diğer yurtlardan yaka adı verilen sınırlarla ayrılırdı. Bu sınırlar devletin gücüne göre, bazen daralır, bazen de genişlerdi.

Türkler, çok erken çağlarda toprağın devlet için değerini ve önemini kavramışlar; onu daima terk ve fedâ edilmez kutsal bir değer olarak görmüşlerdir. Ancak, istiklâllerini ve hürriyetlerini kaybettikleri durumlarda, onu terk ve fedâ etmek zorunda kalmışlardır.

Türk devlet teşkilâtının temeli, evrenin yaratılışı inancına dayanır. Başka bir ifade ile Türkler devletlerini, evrenin yaratılış düzenine uygun bir tarzda şekillendirmişler. Göktürk Yazıtları'nda, "Üstte gökyüzü, altta yağız yer, ikisinin arasında insanoğlu yaratılmıştır. İnsanoğlunun üzerine de (Tanrı tarafından) Türk Kağanları (Bumin ve İstemi) oturtulmuştur"

Devletin idare merkezi olan "ordu" (çadır kent), doğudaydı. "Ordu"nun tam ortasında da Türk Kağanının "otağ"ı yer almaktaydı. Türk Kağanı burada oturmaktaydı. O, aynı zamanda ikili teşkilâtın tam merkezinde bulunmaktaydı. Güneyinde ve kuzeyinde de yüksek rütbeli beyler (Şadpıt ve Tarkat buyruk beyleri) sıralanmaktaydı. Diğer taraftan Türk hükümdarı, tahtına da doğuya dönük bir tarzda oturmaktaydı. "Otağ"ın kapısı ise, yine doğuya açılmaktaydı. Türk hükümdarı, her sabah otağın kapısından çıktığında kutsal kabul edilen güneşi selâmlamaktaydı. Öte yandan, sol, yani ülkenin batı tarafına "yabgu" unvanı ile hükümdarın kardeşlerinden biri tayin edilmekteydi.

Türk Devlet Teşkilâtı'ndaki bütün yüksek memuriyetler de Türk kozmogoni anlayışına göre düzenlenmiş. Türkler, devletin mekânını oluşturan dünyayı "dört köşe" (dört bulung) olarak düşünmüşler. "Dört köşe" de doğu, batı, güney ve kuzey olarak dört ana yön ile ifade edilmiştir. Bunlardan doğuya ileri, batıya geri, güneye beri, kuzeye de yukarı denmiş. Öte yandan Türk hâkimiyet anlayışına göre, Tanrı, bütün insanların idaresini Türk hükümdarına vermiştir. Bu durumda, Türk hükümdarı Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar bütün ülkeleri ve milletleri hâkimiyeti altına alması gerekiyordu. İşte en eski devlet teşkilâtı da bu anlayışa göre kurulmuş ve düzenlenmiş.



Hun Devleti'nde tan-hu veya şan-yü unvanı ile anılan hükümdardan sonra "dört köşe veya boynuz" ile “altı köşe veya boynuz” adlarıyla anılan yüksek memuriyetler geliyordu. Bunlardan dört köşe, dünyanın dört ana yönü, altı köşe de altı tali yönü esas alınarak oluşturulmuştur. "Dört köşe" ve "altı köşe" memuriyetler de, kendi içlerinde sağ ve sol olmak üzere iki kısma ayrılıyordu. Her iki grupta yer alan memuriyetlere başta hükümdarın oğulları ve küçük kardeşleri olmak üzere hanedan ile akraba boyların başkanları tayin edilmekteydi. Meselâ, "dört köşe" grubuna bağlı memuriyetlerden ilk ve önemli mevkii, sol bilge tigin (Tso Hsien Wang) ünvanı ile veliaht (ilk erkek oğul) işgal etmekteydi. Her iki grupta bulunan görevlilerden her birinin idaresine de ayrı ayrı sahalar ve müstakil askerî birlikler verilmekteydi. Bunlardan sol grupta olanların sahaları devletin doğu bölgesinde, sağ grupta olanların sahaları da devletin batı bölgesinde bulunmaktaydı. 

Türklerin, sağlam ve değişmez hükümler ihtiva eden hem kamu hukukları hem de özel (aile) hukukları vardı. Hemen hemen bütün Türk topluluklarında, gerek kamu gerekse özel hukuka dair bütün kanunlara “töre” (törü) denirdi. Fakat onlar, töreyi hiçbir zaman yazılı hale getirmemişlerdir. Bundan dolayı, eski Türk hukukuna dair net, kesin, sağlam ve ayrıntılı bilgilere sahip değiliz.

Eski Türklerde, devlet ile hukuk (töre), birbirinden ayrılmayan, birbirini tamamlayan, daha önemlisi birbirlerinin varlık sebebi olan iki temel unsur. Bunun için eski Türk yazıtlarında devlet ile töre genellikle birlikte zikredilir. Özellikle Bilge Kağan (716-734), hem Türk Devleti'nin hem de töresinin ölmezliğine inanmaktaydı. O bu inancını ve düşüncesini, “Üstte gök basmasa, altta yer delinmese (yani kıyamet kopmazsa), Türk milleti, devletini töreni kim bozabilir?” şeklindeki ifadesi ile ortaya koymuştur. Fakat Bilge Kağan, bu inancında ve düşüncesinde kısmen yanılmıştır. Zira, ölümsüzlüğüne inandığı Göktürk Devleti, onun ölümünden kısa bir süre sonra yıkılmıştır. Halbuki Türk milletinin bu husustaki inancı ve düşüncesi ise, daha gerçekçi ve doğru olmuştur. O'na göre, devlet yıkılabilmekteydi. Töre ise kalıcı idi (El kaldı, törü kalmaz=Devlet gider töre kalır). 

Yeni bir Türk devleti kuran veya tahta çıkan her Türk hükümdarı, ilk iş olarak atalarından kalan töreyi düzenlemek ve yürürlüğe koymakla, yani kanun hâkimiyetini sağlamakla icraatına başlıyordu. Çünkü, eski Türkler'de töreyi, devletin temeli sayan bir hukuk anlayışı hâkimdi. Başka bir ifade ile söylememiz gerekirse, eski Türk devletlerinde hükümdarın şahsî idaresine kalmış keyfî bir idare hiçbir zaman söz konusu olmamaktaydı (bu hususta bkz. Türk devlet başkanının görev ve sorumlulukları).

Kaynakça: Prof. Dr. Salim Koca "Eski Türklerde Devlet Geleneği ve Teşkilâtı (2002)"